Hızara kaptırmış çolak eliyle elimi sımsıkı tutmuştu. Donuk gözleri gözlerime dikilmiş, öylece sabit bakıyordu. Bana bakıyordu bakmasına da, beni görmüyor, bir şeyler seyrediyordu sanki.
Ve ne seyrettiğini hiç kimse bilemeyecekti.
Gözlerini hayata yumduğunda bakışları soldu, elleri gevşedi, dili bir şeyler söylüyor gibiydi ama anlaşılmıyordu.
"Allah de baba, Allah de baba..."
Bir ara gözlerini onaylar gibi kapayıp açtı... Abilerimle gayri ihtiyari birbirimize bakıştık.
* * *
O iki katlı, kerpiç eski evimizin kök boyasından dokunmuş Taşkale halısı serili sedirinde yalnızca masallar anlatmazdı babam. Hayata, dinimize, kültürümüze dair atadan aldığı, tecrübe edindiği bilgileri de aktarırdı.
Ayrıntıya iner, ballandırır, ballandırır öyle anlatırdı. "Arkasından ne gelecek acaba" diye ağzının içine düşerdik. Arada bir de bekler, kahvesinden yahut çayından bir yudum alırdı ya! Sabırsızlanır, ölürdük...
Taa o tarihlerde fötr şapkası vardı, milli bayramlarda, önemli günlerde giyerdi. Siyah takımı ile jilet gibi olurdu. Öyle hızarcı Mehmet Usta demezdiniz.
"Son nefes önemli" demişti babam. "Allah hepimize tevhid-şehadet getirerek son nefesimizi vermeyi nasip etsin" derdi. "Toprağın altı da var!" derdi. Bütün ömrünü sırf bunun için tüketti. Öyle yaşadı. Bütün hayatı bu son nefes içindi yani.
Hepimiz o eski çınarın devrilişini nemli gözlerle izliyorduk.
Ahmet abi yastığa yaslanmış hafif sesle Kur'an okuyordu.
Elden bir şey gelmiyor ki!
* * *
Böylesi bir zamanda abimin sürgününü çıkardılar. Bir yanda yengem doğum yapacak...
Abim "Keşke şimdi çıkarmasalardı tayinimi… Ne yapacaz şimdi?…” diyordu.
Gücü eline aldığın vakit, rakip gördüğün milletvekili adaylarına eziyet-zulüm etmek, o pis siyasetin bir parçasıydı...
Tek suçu kendi inanç ve davası adına toprağa tohum atmaktı halbuki...
"Biz dürüst siyaseti göstereceğiz" diyorlardı. "Olmaz" dedim, "olmaz..." O attıkları tohum hiç yeşermedi.
* * *
Anacığımın son nefesi farklı olmuştu. Onunki anlaşılıyordu.
Derin, depderin nefes alıyor, her nefes alışında "Al", verişinde "lah" diyordu.
Al-lah, Al-lah...
Ne sıkıntılar çekmişti, neleri görmüş yaşamış, nelerle mücadele etmiş, yenmişti de kanser illetini bir türlü yenemedi. 5 yıldan fazla sürdü imtihanı...
Son zamanlarında acı çekiyordu. "Günahlarına kefaret olur bu çektiği acılar inşallah..." deniyordu. Önceleri yeşil reçeteyle uyuşturucular veriyorduk. Sonra ikiye çıkardık, sonra kırmızı reçeteli morfin yetmiyordu acılarını dindirmeye. Öyle böyle değildi bu acı demek!
Ben göreve yeni başlamışım, atamam yapılmış, Ereğli'ye çıkmıştı tayinim. Yakındı Ereğli bize... Anam evde hasta, babamla gittik, alelacele apartmanların arasında, tuvaleti dışarıda olan bir toprak ev tutuk. pirinç pilavı yaptımıdı ilk. Yani pilav denmez, lapa bir şey. Hiç ses etmemişti babam. O da hiç yapmadı ki ömründe tek bir yemek. "Olmamış bu pilav" dediğimde, "Oğlum herhalde bu pirinç pilavı karıştırılmıyor" demişti. Ama keyifle yemiştik o ilk pilavımı.
Kanaatkar insandı babam...
Anacığım da idareli bir anneydi. O zaman bütün kadınlar öyleydi belki. Poğaça, kek yapacaksan, en az malzeme ile güzel şeyler yapacaksın yani..
Ve işe ilk başladığımda çok mutlu olmuştu. Evin en küçük oğlunun işe başladığını görmekten daha mutlu ne vardı ki! "Allah'ım bana bu günü gösterdi, gözlerim açık gitmeyecek" der, sürekli şükrederdi.
"Yiğidim" derdi bana...
Ya o acı çekerken "Oğlum, yiğidim, seni bu günlere getirdim. Okuttum, sağlıkçı yaptım. Bak acılarım var, dindir acımı..." der gibi gözlerimin içine bakması yok mu! Belli etmiyordum ama onun acısından çok ben acı çekiyordum, kahroluyordum.
Nedendir bilmem, bizde duygular öyle ifade edilmez, içte yaşanırdı. Bugün dahi öyleyim.
Anacığım derdi ki "Son nefes önemli. Ama zor... Günahın çoksa bir çınar ağacının içinden sökülüp çıkması gibi..."
"Önce ayakları soğur, sonra yukarı doğru soğukluk yayılır" dediğini hiç unutmam.
"Ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır" derdi. Cenneti anlatırdı bize anacığım.
Nefes son nefes ama ölüm bir son olamazdı. Çok düşündüm, olamazdı. Yok olup gitmek bu bu kadar basit olamazdı.
Ne için yaşıyoruz, ne için!
Bir ömür yaşıyorsun, iyilikler, kötülükler, haksızlıklar, yardımlar... Bütün bunlar insan yok olunca yok olup gidemezdi. Bir karşılığı olmalıydı elbette. Hayatın, yaşanmışlıkların bir yerlerde bir karşılığı olmalıydı.
Adalet buydu, böyle olurdu aslında...
İyi insanlara cennet... Anacığım da hep iyi insan olup cennete gitmeyi öğütlüyordu bize...
Anlattığı gibi oldu ayakları buz gibiydi. Sonra elleri...
Al-lah, Al-lah...
Al...
"lah" gelmedi. Çok bekledim, gelmedi. Son nefesi aldı da vermedi.
Gözleri yukarı doğru kaydı, yukarıda bir yerlere bakar gibi.
Ve acıları bir anda dindi anacığımın...
O çınar ağacı çıkmadı içinden ama benim çınarım devrildi. Dünyam karadı.
Çınar ağacı gördüğümde iki şey gözlerimin önüne gelir;
Biri; binlerce yıldır bütün dünyaya kök salmış, dalları bütün dünyayı kaplamış kanı asil Türk milletinin, kadim bir millet olduğu...
Diğeri; her şeye rağmen Türk milleti ve mukaddesatımız için ölmeyi öğütleyen anacığım...
Neden bilmem hep eski Karaman'da geçer benim rüyalarım. Ve hep benim rüyalarıma girer ikisi de...
Önce bir çınar görürüm bulutların üstünde dalları... Sonra dünyalar güzeli anamın evlenip gelinlik giydiğinde fotoğrafçıya giderek babamla çekilmiş o eski fotoğrafları.
Eminim yeni ve güzel bir başlangıca doğru yükseldi ruhları.
Ve ne seyrettiğini hiç kimse bilemeyecekti.
Gözlerini hayata yumduğunda bakışları soldu, elleri gevşedi, dili bir şeyler söylüyor gibiydi ama anlaşılmıyordu.
"Allah de baba, Allah de baba..."
Bir ara gözlerini onaylar gibi kapayıp açtı... Abilerimle gayri ihtiyari birbirimize bakıştık.
* * *
O iki katlı, kerpiç eski evimizin kök boyasından dokunmuş Taşkale halısı serili sedirinde yalnızca masallar anlatmazdı babam. Hayata, dinimize, kültürümüze dair atadan aldığı, tecrübe edindiği bilgileri de aktarırdı.
Ayrıntıya iner, ballandırır, ballandırır öyle anlatırdı. "Arkasından ne gelecek acaba" diye ağzının içine düşerdik. Arada bir de bekler, kahvesinden yahut çayından bir yudum alırdı ya! Sabırsızlanır, ölürdük...
Taa o tarihlerde fötr şapkası vardı, milli bayramlarda, önemli günlerde giyerdi. Siyah takımı ile jilet gibi olurdu. Öyle hızarcı Mehmet Usta demezdiniz.
"Son nefes önemli" demişti babam. "Allah hepimize tevhid-şehadet getirerek son nefesimizi vermeyi nasip etsin" derdi. "Toprağın altı da var!" derdi. Bütün ömrünü sırf bunun için tüketti. Öyle yaşadı. Bütün hayatı bu son nefes içindi yani.
Hepimiz o eski çınarın devrilişini nemli gözlerle izliyorduk.
Ahmet abi yastığa yaslanmış hafif sesle Kur'an okuyordu.
Elden bir şey gelmiyor ki!
* * *
Böylesi bir zamanda abimin sürgününü çıkardılar. Bir yanda yengem doğum yapacak...
Abim "Keşke şimdi çıkarmasalardı tayinimi… Ne yapacaz şimdi?…” diyordu.
Gücü eline aldığın vakit, rakip gördüğün milletvekili adaylarına eziyet-zulüm etmek, o pis siyasetin bir parçasıydı...
Tek suçu kendi inanç ve davası adına toprağa tohum atmaktı halbuki...
"Biz dürüst siyaseti göstereceğiz" diyorlardı. "Olmaz" dedim, "olmaz..." O attıkları tohum hiç yeşermedi.
* * *
Anacığımın son nefesi farklı olmuştu. Onunki anlaşılıyordu.
Derin, depderin nefes alıyor, her nefes alışında "Al", verişinde "lah" diyordu.
Al-lah, Al-lah...
Ne sıkıntılar çekmişti, neleri görmüş yaşamış, nelerle mücadele etmiş, yenmişti de kanser illetini bir türlü yenemedi. 5 yıldan fazla sürdü imtihanı...
Son zamanlarında acı çekiyordu. "Günahlarına kefaret olur bu çektiği acılar inşallah..." deniyordu. Önceleri yeşil reçeteyle uyuşturucular veriyorduk. Sonra ikiye çıkardık, sonra kırmızı reçeteli morfin yetmiyordu acılarını dindirmeye. Öyle böyle değildi bu acı demek!
Ben göreve yeni başlamışım, atamam yapılmış, Ereğli'ye çıkmıştı tayinim. Yakındı Ereğli bize... Anam evde hasta, babamla gittik, alelacele apartmanların arasında, tuvaleti dışarıda olan bir toprak ev tutuk. pirinç pilavı yaptımıdı ilk. Yani pilav denmez, lapa bir şey. Hiç ses etmemişti babam. O da hiç yapmadı ki ömründe tek bir yemek. "Olmamış bu pilav" dediğimde, "Oğlum herhalde bu pirinç pilavı karıştırılmıyor" demişti. Ama keyifle yemiştik o ilk pilavımı.
Kanaatkar insandı babam...
Anacığım da idareli bir anneydi. O zaman bütün kadınlar öyleydi belki. Poğaça, kek yapacaksan, en az malzeme ile güzel şeyler yapacaksın yani..
Ve işe ilk başladığımda çok mutlu olmuştu. Evin en küçük oğlunun işe başladığını görmekten daha mutlu ne vardı ki! "Allah'ım bana bu günü gösterdi, gözlerim açık gitmeyecek" der, sürekli şükrederdi.
"Yiğidim" derdi bana...
Ya o acı çekerken "Oğlum, yiğidim, seni bu günlere getirdim. Okuttum, sağlıkçı yaptım. Bak acılarım var, dindir acımı..." der gibi gözlerimin içine bakması yok mu! Belli etmiyordum ama onun acısından çok ben acı çekiyordum, kahroluyordum.
Nedendir bilmem, bizde duygular öyle ifade edilmez, içte yaşanırdı. Bugün dahi öyleyim.
Anacığım derdi ki "Son nefes önemli. Ama zor... Günahın çoksa bir çınar ağacının içinden sökülüp çıkması gibi..."
"Önce ayakları soğur, sonra yukarı doğru soğukluk yayılır" dediğini hiç unutmam.
"Ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır" derdi. Cenneti anlatırdı bize anacığım.
Nefes son nefes ama ölüm bir son olamazdı. Çok düşündüm, olamazdı. Yok olup gitmek bu bu kadar basit olamazdı.
Ne için yaşıyoruz, ne için!
Bir ömür yaşıyorsun, iyilikler, kötülükler, haksızlıklar, yardımlar... Bütün bunlar insan yok olunca yok olup gidemezdi. Bir karşılığı olmalıydı elbette. Hayatın, yaşanmışlıkların bir yerlerde bir karşılığı olmalıydı.
Adalet buydu, böyle olurdu aslında...
İyi insanlara cennet... Anacığım da hep iyi insan olup cennete gitmeyi öğütlüyordu bize...
Anlattığı gibi oldu ayakları buz gibiydi. Sonra elleri...
Al-lah, Al-lah...
Al...
"lah" gelmedi. Çok bekledim, gelmedi. Son nefesi aldı da vermedi.
Gözleri yukarı doğru kaydı, yukarıda bir yerlere bakar gibi.
Ve acıları bir anda dindi anacığımın...
O çınar ağacı çıkmadı içinden ama benim çınarım devrildi. Dünyam karadı.
Çınar ağacı gördüğümde iki şey gözlerimin önüne gelir;
Biri; binlerce yıldır bütün dünyaya kök salmış, dalları bütün dünyayı kaplamış kanı asil Türk milletinin, kadim bir millet olduğu...
Diğeri; her şeye rağmen Türk milleti ve mukaddesatımız için ölmeyi öğütleyen anacığım...
Neden bilmem hep eski Karaman'da geçer benim rüyalarım. Ve hep benim rüyalarıma girer ikisi de...
Önce bir çınar görürüm bulutların üstünde dalları... Sonra dünyalar güzeli anamın evlenip gelinlik giydiğinde fotoğrafçıya giderek babamla çekilmiş o eski fotoğrafları.
Eminim yeni ve güzel bir başlangıca doğru yükseldi ruhları.