En çok sevdiğiniz yiyecek ve içeceklere karşı açlık çekerken doymayacağınıza inanırsınız. Ama doyarsınız.
Hatta birinci lokmanın tadı ölçülebilse en yüksek notu alır.
İkinci lokma ve yudumun tadı birincisinden az olur.
Doyuma doğru, son lokmalar ve son yudumların tadı kaçmaya başlar ve “Ben doydum” diyerek çekilirsiniz.
Dağ, deniz, ırmak, göl, orman, ova…gibi manzaraların en güzelleri ilk görünümde hayran olursunuz sonra başka şehir, dağ, göl, deniz görmeye gidersiniz.
Ama dostları gördükçe sevginiz artar.
Dostluğa doyum olmuyor.
Hayat boyu dost edindiğiniz insanlar, karşılıksız, hesapsız, sevdiklerinizdir.
Onlardan makam, unvan, şan, şöhret, servet…beklemeden yalnız, gönlünüzün baş köşesine kalıcı konuk olarak aldığınız insanlar, antika gibi her geçen gün değerleri artar.
Ve siz, geçen sene gördüğünüz gibi görmezsiniz eski dostları.
Yaş arttıkça sizin gönlünüzde ve gözünüzdeki değeri daha da artar..
Gönlünüzü dostunuza post yapmışsınız.
Bazı dostların gözü görmez olmuş ama ayaklarının altına gönlünü serdiği dostlarını seslerinden tanıyıp kulaklarını göz yaparak görüyor ve seviyor.
Bazılarının kulakları duymaz olmuş.
“Üzülme” diyorum. Biz gözlerle de konuşuruz.
Denizde aynı yöne kulaç atan iki dostun konuşmadan keyif aldığı gibi, mazi denizinde dolaşırken ikisinin de hatıra gemisi aynı limanlara girer ve çıkar.
Birbirini daha önce hiç görmeyen iki alimin ilk karşılaşmalarının ardından ayrıldıktan sonra, ikisine de aynı soru sorulmuş ve “Nasıl buldunuz bu alimi” denilmiş.
Biri “Benim bildiklerimi konuşuyor” demiş.
Öbürü de “Benim konuştuklarımı biliyor” demiş.
Sevgi böyle bir şey.
Dünyada üç binin üzerinde konuşulan dil varmış.
Ama göz dili birdir,
Ve bütün insanlar bu dili bilir.
Hatta hayvanlar bile bilir, hırlı mısınız, hırsız mısınız, sizi gözlerinizden anlar.
Dostların sayısı her sene artıyor.
Hani tarlaya tohum ekersiniz, hasat zamanında bir de bakarsınız ki bir buğday tanesi, başakta yüz tane olmuş.
Birkaç sene sonra karşılaştığınızda dostunuzun oğulları, kızları ve torunlarıyla karşılaşıyor ve bir dosttan, yeğenler meclisi oluşuveriyor.
Altmış yıllık dostlarımı gördüm. Hiç kırmadım, kırılmadım.
Elli yıllık olanlar var.
Kırk, otuz, yirmi, on yıllık olanları var ve onların dostları da benim dostum olduğundan çok taze, yeni çiçek açmış zerdali dalı gibi, gülen ve güldüren dostlar da ediniyorum bu seyahatlarımda.
Dağa onlarla tırmanıyor, denize onlarla giriyor, iğde ağaçlarının altında onlarla sohbet ediyorum.
Ben, dağı denize tercih edenlerdenim, ama dostun sevdiği denizi de severim.
Ben çam ve çınar ağaçlarını severim, ama bir dağın eteğinde yalnız yaşayan Ahlat ağacını veya dağ eriğini de kırk yıllık dostmuş gibi ziyaret eder, gölgesinde oturur, gövdesiyle halleşir, dilleşir ve ayrılırken helalleşirim, yanımdaki suyu köklerine döker giderim.
Köy ve şehirlerde yıllardır gölgesiyle insanları serinleten ağaçların altında otururken yine yıllardır o köy ve şehirde sayesinde ilim, edep, erkan öğrenilen ilim çınarlarını da ziyaret ederek hayır dualarını alırken yaptığı hizmet metotlarının tohumlarını başka şehirlere de ekmek için hafızamın bir tarafına alırım.
Bir mecliste sohbet boyu hiç konuşmadığımı gören bir dostum, “Hiç ağzınızı açmadınız” dedi.
Ağzımı açarsam bildiğimi konuşurum ve ben buradan bilgisiz ayrılırım. Kulağımı açarsam bilmediklerimi öğrenirim.
Hem ben, İstanbul’dan buralara sebze ve meyve almaya gelen toptancı halcileri gibiyim.
Bu tatil boyunca hikmetli sözleri toplayacağım ve İstanbul’a dönünce oradaki dostlarıma hediye olarak götüreceğim dedim.
Her gittiğim şehirde dernek, vakıf, şehrin müftüsü talep ettiği takdirde cami, dershane ve salonlarda dernek ve vakıflar arasında ayırım yapmadan sohbetler yapıverdim ve İstanbul’a heybemde hikmetli sözlerle, tecrübe edilmiş yeni hizmet çeşitleriyle döndüm.