Bugünlerde çokça okuduğumuz bir ayet:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayınız. Bilakis diridirler, Rableri katında rızıklandırılırlar.
Allah'ın onlara fazlü ihsanından verdiğiyle sevinçlidirler ve onlara arkalarından henüz katılmayan (gazi)lere: “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar" diye müjde vermek isterler.
Onlar, (şehitler) Allah'tan olan bir nimeti ve fazluihsanını ve şüphesiz Allah'ın mü'minlerin mükâfatını zayi etmeyeceğini, müjdelemek isterler.” (Al-i Imran Süresi, Ayet 3/169-171)
Allah yolunda cihad ederken öldürülenlerin ölü değil diri olduklarını, beslendiklerini, ferah/sevinçli bir hayat yaşadıklarını ve bu sevinçlerini yaşayan mücahit arkadaşlarına da duyurmak istediklerini haber veriyor.
Gazete, televizyon veya bir yetkilinin ağzından, kaybolan bir çocuğun bulunduğunu duyduğumuzda, bu haberden nasıl mutlu oluruz, içimizde bir ferahlık hissederiz onu biliyoruz.
Şehidin haberini veren, gazete, televizyon, ölümlü bir yetkili değil, yeri göğü yaratan, insanın canını, kanını, tenini, kalbini kalıbını yaratan ve ona bir ömür tayin eden, eceli gelince bir saniye öne alınamadığı gibi geriye de bırakılamadığını haber veren Rabbimiz, bir Müslümanın şehit olarak öldüğünde durumunu bize müjdeliyor.
Biz hala öldüğüne üzülüyoruz.
Bize mutluluk veren yüzünü görmekten mahrum kalacağımıza üzülelim.
Sevgili Peygamberimiz, oğlu İbrahim çocukken öldüğünde gönlü hüzünlenmiş mübarek gözleri yaşarmış.
“Cihada gitmeseydi ölmeyecekti” demeyelim.
Hastahanesi olan, 24 dört saat doktorları, bürosunda ve evinde nöbet tutan insanların, gencecik yaşta öldüğünü duyuyoruz.
Sevdiğinizin size doğru geldiğini ve yaklaştığını duyduğunuzda veya gördüğünüzde,
Ektiğinizin çiçeğini kokladığınızda ve meyvesini topladığınızda,
Mahsulünüzü, sevdiklerinizle yemek için toplandığınızda, içinizde sizi gökkuşağı gibi sarmalayan mutluluğun fotoğrafını çekemeyiz.
Kalemle tarifini yapamayız ama işte cihad ederken ayaklar altına alınan, çiğnenerek öldürülen bir yiğidin, can verirken söylediğini haber verir Rabbimiz:
Ona, "Gir Cennete" denildi. O da; "Keşke kavmim Rabbimin beni afvettiğini ve beni Cennette ikram olunanlardan kıldığını bilseydi" dedi.” (Ya-Sin Süresi, Ayet 36/26-27)
İşkenceyle öldürülen yiğit, ölürken afvedildiği kendisine bildirilir ve Rabbimin ikramlarını görünce, “Keşke kavmim bu ikramları görselerdi de Müslüman olsalardı” anlamında temenni de bulunur.
O şehit olurken biz orada seyredenlerden olsaydık, korkuyla ağzımızı açamasak bile ona acırdık ama o bize acıyor,
“Keşke benim durumumu bir bilselerdi” diyor.
Uhud harbinde şehit olan Enes bin Nadr’ın (Allah ondan razı olsun) üzerinde seksen küsur kılıç ve ok darbesi sayılan, tanınamaz hale gelen yalnız kız kardeşi onu vücudundaki ben ve parmak uçlarından tanıdığı Enes, harp ederken:
“Ben, Uhud’un önünde cennetin kokusunu buluyorum” dediği rivayet edilir. (Buhari, Sahih, K. Meğazi, bab 17)
Olur mu, bu dünyada cennet kokusu alınabilir mi?
Tavşan kokusuna alıştırılan köpek tavşanı buluyor, uyuşturucuya alıştırılan köpek de yedi kat sargının içinde gizlenen uyuşturucunun kokusunu alıyor.
İnsan da canlı olduğuna göre makamın, rütbenin, servetin, şöhretin kokusunu aldığını görüyoruz.
“Paranın kokusunu aldı” derler ya işte öyle.
Rabbimiz buyurur:
“Onları tarif ettiği cennete koyacak.” (Muhammed Süresi 47/6)
Ayette geçen “Arrafe” kelimesi, bizim Türkçede kullandığımız “tarif” kelimesinden hareketle, “Allah, Kur’an’ında tarif ettiği cennete koyacaktır” manası verilir.
Arap’ın dilinde, en değerli kokunun adı “Arfe”dir.
Ona göre mana verildiğinde, “Allah’ın şehitlere koklattığı cennete koyacaktır” manası verilir.
Şehit, en değerli varlığı olan ten ve canını, Allah’ın verdiğini bilerek, onu Allah yoluna adayarak, sömürgen kâfirlerin zulmüne “Dur” demek için, zalimlerin en gelişmiş silahlarına karşı göğsündeki imanını kalkan ederken, dünyada sahip olduğu her şeyden soyutlandığında, ölürken cenneti de görür, kokusunu da alır.
Bu ayetin tefsirini “Şifa Tefsiri”nden bir okuyuverin.