KIYAMETE KADAR İSLAM’IN NURU SÖNDÜRÜLEMEZ
Mahmut TOPTAŞ
28 Şubat 1997 nin güz mevsimiydi. Yaprak dökümü zamanıydı.
Ağacın en tepesindekilerin soğuk korkusundan ilk önce döküldüğü gibi, sayıları otuzla elli arasında değişen öğretim üyeleri de bir bahane ile sohbetlerden ayrılmaya başlamıştı.
Ben o günlerde İstanbul Merkez Vaizi olarak görevimi yaparken resmi görevimden ayrı olarak haftada en az dört ayrı yerde Üniversite öğrencileri, Öğretim üyeleri, Kur’a kursu öğrencilerine de sohbet ediyordum.
Çarşamba günleri sabah saat ondan on bire kadar bir Kur’an kursunda yaşları 12-15 arası çocuklara Namaz Sürelerinin tefsirini yapıyorum.
Aynı günün akşamında İstanbul Boğazına bakan güzel bir Kafede elli kişiyi alan müstakil bir bölümde 30-50 arası sayısı değişen öğretim üyelerine, yaşı küçük kendi büyük kurs öğrencilere anlattığım süreyi Prof, Doç ve Doktorlara anlatıyordum.
O günlerde Profesörlerimiz, emir komuta zinciriyle fakültelerinin iç ve dış kapılarında nöbet tutuyor, vatan savunması yapıyor ve içeriye başörtülü öğrenci almıyorlardı.
İşte böyle sıkıntılı bir zamanda Profesörlerimizden biri, çok saygın bir Üniversitenin çok saygın bir Profesörünü de yanında getirmişti.
Bir saatlik sohbetimden sonra çay sohbeti esnasında o müsafir profesör: “Sayın hocam, meydanlardaki başörtüsü protestolarından vazgeçmeli. Teknoloji çok gelişti. Hastahanelerde röntgen cihazlarının ciğerlerimizi gördüğü teknoloji geliştirilerek elbiseyi delip geçen gözlükler piyasaya sürüldüğünde, seri üretime de geçilip işportacılarda beş liraya satıldığında, avret yeri diye bir şey kalmayacak” dedi.
Şimdi burada durun ve siz ne düşündüğünüzü gözden geçirin.
Ben de ona: “Bilgi sayar programı yapanlar, bundan para kazanırken birileri bunu parasız kullanmasın diye programına kilit takıyor.
Öbürü de o kilidi o gün kırıyor ve internetten parasız indirileceğini duyuruyor.
İşte senin dediğinde öyle olacaktır. O gözlükler seri üretime geçtiği gün, o gözlüklerin delip geçemeyeceği kumaş üretimi de belki aynı firma tarafından üretilecek veya rakip firma tarafından üretilecek, hemen piyasaya sürülecek. Biz de İlmihal kitaplarımızda evden dışarı çıkarken şu marka kumaşlar giyilecek” diye yazacağız ve kıyamete kadar da tesettür devam edecek” dediğimde Profesör beyefendi “Kime anlatmışsam hepsi başlarını eğerek beni onaylamışlardı. Şimdi ben seni onaylıyorum ve doğrusu da senin dediğin” demişti.
İnsanın yarattığı yeni bir şey yok.
İcad/bulduğu vardır.
Güneş, hazreti Adem’den beri insan oğluna gıda vermeye ısı ışık ve renklerle faydalı olmaya devam ediyor.
Isı, ışık ve renkler, bizde ete kemiğe, iliğe dönüşüyor.
Yani 149.600.000 kilometre uzaktan gıdamızı Rabbimiz, Hazreti Adem’e de bize de vermeye devam ediyor.
İnsan oğlu da bu gıdalardan birinin adını bulmuş ve adına “D vitamini” demiş.
Dünyanın bir ucunda çekilen videonun yine dünyanın öbür ucunda aynı anda renk, ses ve hareket halinde naklini gerçekleştiren ilim adamlarımıza teşekkür ederiz ama onlarında ilham aldığı tabiat, hem Hazreti Adem’in çağına uygundu hem bizim çağımıza hem de dünyamızın son gününe uygun olarak yaratılmıştır.
İlim adamlarımız sanal “D Vitamini” ürettiler ama dünyamız kadar eski güneşin verdiği “D Vitamini” kadar faydalı olmadığını olamayacağını da söylüyorlar.
Tabiatı yaratan Rabbimiz, Kur’anı indiren de Rabbimiz.
Onun Tekvin sıfatıyla Kelam sıfatı birbirine zıt olamayacağına göre Tabiat kanunları ile Kur’anın kanunları da bir biriyle çelişmez, çatışmaz.
Yapay “D Vitamini” güneşin vitamini yanında değeri ne ise yapay kanunlar da Rabbimizin koyduğu Kur’an kanunları yanında odur demek bile doğru değildir.
Çünkü yapay ilaçları da Rabbimizin yarattığı tabiattan alarak yapıyor ilim adamlarımız.