Uzun yıllar öncesi Efes Müzesini gezerken, müzeyi tanıtan genç adam, bazı heykellerin kafasının olmadığını ve bunların, heykelciliğe düşman olanlar tarafından kırıldığını anlattı.
Ama inandırıcı değildi. Çünkü başsız heykellerin başının koptuğu yerlerde kırılma izi yoktu ve sanki testereyle kesilmiş gibi düzgündüler.
Ayrıca başlı heykeller, başsız heykellerden fazlaydı.
Kıran adam veya adamlar, hepsini kırarlardı ve de kırdıkları düzgün olmazdı.
Kırma esansında vücudun diğer tarafları da zarar görmeliydi ama görmemişlerdi.
İşin inceliğini de bilmediğimden itiraz etmedim ama delikanlıya “Kıyamamışlar, kırmamışlar, testereyle kesmişler” diyerek geçiştirdim.
Halıcılar Şıhı merhum Hasan ağayla çay içiyoruz. Sultanahmet meydanında her dilden elli kelimeyle, elli ülke insanına mal satan, kabiliyetli gençlerden biri, İngiliz alıcıya halıyı tanıtıyor, alıcı da renklerin, desenlerin ne anlama geldiğini yazıyor.
Halıcılar şıhı “Bu delikanlı bir başka turiste bu halıyı şimdi anlattığı gibi anlatamaz. Anlattıklarını hep uydurur.
Turist bunun dediklerini yazar, bazıları ülkesinde bu halının fotoğrafını bir sanat dergisinde, bu delikanlının yalanlarıyla yayınlar.
Bizim ülkeden biri de o dergiden terceme ederek Türkiye’de yayınlar ve sanat kitaplarında bu yalanlar gerçek olur çıkar” demişti.
Olmaz böyle şey demeyin.
Zehir gibi oldu da.
1994 lü yıllarda basında Bodrum kalesi Sualtı Arkeoloji Müzesindeki Gatineau Zindanının girişinde Latince “Tanrının olmadığı yer” yazısı olduğu duyurulmuştu.
Derken ortalık kızıştı. Haberciler, müfettişler, ifadeler, Latinoglar, televizyonda açık oturumlar başladı.
Sonunda yazının Latincesinin sahte olduğu, lügate bakarak yazılan uyduruk bir cümle olduğu, memurlardan birinin “Müdürün emriyle taşa ben kazıdım” demesiyle mesele anlaşıldı mı ben de bilemedim.
Aradan yıllar geçti. bir gün İstanbul Gülhane’deki Arkeoloji Müzesini, müzeyi, müzeciliği ve sergilenen eserleri çok iyi bilen, yıllardır orada görev yapan bir uzmanıyla gezdim.
Heykeller bölümünde başsız olanları görünce hemen eski ve yanlış bilgiyi ona sordum.
Dedi ki, çeşitli sebeplerle kırılanlar olmuştur ama şurada gördüklerin kırılma değildir.
Başın olmadığı yer de san’atkaranedir.
Heykeltıraş sipariş alamadığı zamanlarda yine heykel yapmaya devam eder. Baş tarafını yapmaz. Bir gün sipariş gelirse hazır olanın omzuna o siparişi verenin başına uygun baş heykelini yapar ve o boş yere yerleştirir.
Bunda hem sipariş veren kârlıdır. Çünkü hazırı aldığından ucuza mal olur, hem de sanatkar kârlıdır.
Bu türden oyunlar hemen her sahada olurmuş.
Siyasette, öbür partinin milletvekili ihtiyacı olduğunda istediği kadar milletvekilini soldan sağa, sağdan sola kaydırıverir ve eksik tamamlanır.
Ahmet Talat Onay’ın “Mazmunlar ve İzahı” isimli kitabının “Caize” maddesinde, Osmanlı döneminde bazı şairlerin sultanlara, paşalara, sayılı zenginlere kaside yazdıklarını ve karşılığında yüklü miktarda hediye aldıklarını haber verir.
Kaside yazdığı zat kasideyi alamadan ölmüşse şair hemen onun adını yazdığı yere başka birinin adını yazıverip kasideyi ona takdim edermiş.
Ama şair Beliğ, o yüklü miktarda hediye dönemini özleyip kendi döneminde şaire güzelleme yaptıklarını “Maşaallah” gibi kelimelerle savdıklarını:
“Bir zaman şaire ihsan olunurdu zer u sim
Şimdi medh-ü gazele caize tahsin oldu” diyerek ifade ediyor.
Şaire itibar azaldıkça azalıyor ve Şair Nevres nerdeyse şair Beliğ döneminin “Güzellemesini, “maşallah” denmesini bile özleyecek hale gelindiğini, sözün değerini göstermek için şaire Kaftan giydirilmesi değil, şairin dilini kesiyorlar anlamında:
“Kesiyorlar dilini, şaire haftan yerine
Bildirirler ne güzel kadr-i meta'-i sühani” diyor.
Sezai Karakoç’a, Allah sıhhat, afiyet ve hayırlı akıbet lütfetsin.