Medrese arkadaşım, kayın biraderim, Karaman ve İstanbul’da imamlık yapan, 48 kilo grekoromende Türkiye şampiyonu, Avrupa üçüncüsü olan, Zadü’l Mead isimli kitapla, Zehebi’nin Tarihü’l-İslam isimli eserinin Peygamberimiz, Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali (Allah hepsinden razı olsun) dönemini Türkçeye terceme eden Muzaffer Can Hoca’yla bir gün güreş kampını gezerken hafif sıkletten birinin duşun altında soğuk suyla yıkandığını ama duştan çıkmadığını görünce sordum, “Bu adam neden kafasından ayağına kadar akan bu soğuk suyun altında duruyor?” dedim.
Dedi ki, “Bu, bugün güreş için mindere çıkacak. Kilosu sınırda, bu arada bir avuç su içerse mindere çıkarmaz. İki gündür ne kadar çıkarıyorsa o kadar içme izni var. Su içemediğinden vücudun her tarafı cayır cayır yanıyor. Bunu ben, en iyi bilenlerdenim.
Ben de 65 kilodan kırk sekize düşürüldüğümde aynı şeyi yaparım” dedi.
Yalnız derinizden akıp giden su içinize fayda vermez ki, dediğimde, “Fayda vermese o orada suyun altında durmaz” dedi.
O zaman hemen aklıma “Anlamadan neden Kur’an okursunuz” sorusunun cevabı geliverdi.
Şu anda genelde dünyada, özelde Türkiye’de camilerde, evlerde, işyerlerinde, tek başına veya topluca Kur’an-i Kerim hatimleri devam ediyor.
Dedeniz, büyük anneniz, babanız, anneniz, devamlı Kur’an okumaya devam ederler.
Ramazan’da bir defa Kur’an’ı baştan sona okuyarak hatim ederler iken, Ramazan çıktıktan sonra tek başına günde birkaç sayfa okuyarak veya otuz arkadaş sözleşip her gün birer cüz okuyarak toplu halde her gün hatim inenler… Anlamadan okumalarına şaşanlara sorarım, evinizde devamlı okuyana, İngilizce Kur’an tercemesini ver ve, “Bu da Kur’an, bunu oku bundan sonra” de bakalım bir satır okuyacak mı gör.
“İngilizce bilmediği için okumaz” deme. Annen veya baban da Arapça bilmediği halde bir ömür boyu okumaya devam ediyor. Açıkla bunu bakayım.
Kur’an-i Kerim’in her ayeti Rabbimizin kelamı olması nedeniyle onları çeken bir şey var.
Dağ özlemi, deniz özlemi, dereler, ovalar, çiçekler, böcekler… Bütün bunlar da Rabbimizin “Kün/ol” demesiyle oluverdiğinden insanları hep kendine çeker.
İnsanlık ailesinin geliştirdiği dış mimari, dış mimari, dekor, peyzaj... gibi sanatların her çeşidiyle yalı, köşk, villa, saray ne derseniz deyin altından kapılarla, gümüşten pencerelerle, duvarları yakut, mercan, incilerle… süslense de arada bir gün “Haydin, pikniğe gidelim veya dağ evimize gidelim” dendiği gibidir bu.
Rabbimizin yarattığı kâinat/evren, hazreti Âdem aleyhisselamdan bu güne kadar bakıp geçenler doymamışlar da gözleri açık gittiklerinden öldükten sonra aileden biri gözlerini kapatıverir.
Şu anda Yahudilerin ve Hristiyanların elindeki tahrif edilmiş Tevrat’la, Hristiyanların elinden tahrif edilmiş İncil’in içinde hâlâ Rabbimizin indirdiği ayetlerden bazılarının manası bulunduğundan hâlâ papazlar ve bazı kişiler tarafından bazı zamanlarda okunmaya devam ediliyor.
Bazıları, her ne kadar bu dünya ve olaylarından bıktığını söylese de felekten şikâyet eden şiirler yazsa da ölmeyi istemez.
Kur’an’ın hiçbir tercemesi aslının yerini tutmaz.
Yalnız Kur’an değil, herhangi bir şiir ve nesir bir başka dile geçerken en az yüzde yirmi mana kaybına uğrar der uzmanları.
Onun için orijinaller hep korunmalıdır.
Ama Rabbimiz, Kur’an’ın anlaşılması ve amel edilmesi için gönderildiğini birkaç kez tekrarlar.
Batı’ya kul olmaya karar verenler, bu durumu çok iyi bildiklerinden ilk işleri, Kur’an dilini öğrenmeyi ve onun yazıldığı alfabeyi kullanmayı yasaklamak olmuş.
Herkes kendi görevini yapar.
Kur’an-i Kerim’in yazıldığı harfleri ve manasını öğrenmek için ya öğreten olalım, ya öğrenen olalım, ya yardım eden olalım veya onları seven olalım, ya dinleyen bunların dışında kalmamaya dikkat edelim amma sana “bana neci” olmayalım.