Behlül,
köyünden ilk defa çıktı ve ülkesinin başkentine geldi. O, iç dünyasında her
şeyi güzelleştiren, hayal âleminde yaşayan bir adamdı.
Şehrin
merkezindeki geniş caddeler, yüksek heykeller ve köşklere dikkatle bakıyor
hayretler içinde kalıyordu.
Gelip
geçenler bazı şeyler soruyor cevap alamıyordu. Behlül’ün söylediğini onlar
anlamıyordu, Behlül de onları anlayamıyordu.
Öğleye
doğru çok büyük bir otelin önünde durdu, dikkatle baktı, binanın yüksekliği,
güzelliği, bahçesinin düzeni ve sağlamlığına hayran kalmıştı.
İnsanlar
binanın geniş kapısından girip çıkıyorlardı. Behlül, kendi kendine, “Herhalde
burası kutsal bir insanın mezarı” dedi ve içeriye daldı.
Geniş
bir salonda şık beylerin ve bayanların masalar etrafında oturduklarını ve
yemekler yediklerini, yemek yerken orkestradan müzik dinlediklerini gördü.
Yanıldığını anladı. “Galiba burası şehrin yöneticisinin, büyük bir başarı
sonunda halkına ziyafet verdiği yer” diye düşünürken iyi giyimli bir adam, boş
bir masa gösterdikten sonra o günün bütün yemeklerinden getirmeye başladı.
Karnı
doyduktan sonra kalktı, kapıya doğru yürüdü, kapının önünde parlak elbiseli
biri karşıladı. Behlül içinden, “Şehrin yöneticisi kesinlikle bu. Kendisi
uğurlamak için kapının önüne kadar geliyor” dedi.
Gelen
adam bir şeyler söylüyor, anlamadığı için kendi diliyle ikramlar için
teşekkürlerini bildiriyordu.
Derken
o adam iki elini birbirine vurunca dört tane adam geldi, ikisi iki tarafına
durdu, biri önde biri arkada olarak onu alıp götürürlerken Behlül, “Ne iyi
yönetici, beni şehrin dört tane eşrafıyla ağırlamak istiyor” dedi.
Büyük
bir binadan içeri girdiler, geniş bir salona vardılar. Yüksek bir yerde oturan
heybetli bir adamı görünce, “İşte devlet başkanı da bu. Benim gibi bir garibi
ağırlayacak kadar mütevazi” diyordu. Onun hâkim olduğunu, yemek parasını
vermediği için kendisine ceza vereceğini de bilmiyordu.
Hâkim,
Behlül adına bir avukat tayin etti ve duruşma başladı ama söylenenleri
anlamadığı için hâkim kendisine her bakışında Behlül, başıyla hâkime
teşekkürler sunmayı ihmal etmiyordu.
Duruşma
sonunda hâkim kararını verdi. Behlül’ün suçu bir levhaya yazılacak ve o levha
Behlül’ün boynuna asılacak. Behlül, eğersiz ve semersiz bir atın sırtına
bindirilecek, önünde bir davulcuyla zurnacı olacak ve şehrin bütün
sokaklarında gezdirilecek ki bir daha
kimse böyle bir suçu işlemesin.
Davulcuyla
zurnacı önde, iki görevli atın başından çekiyorlar, şehrin çocukları atın
arkasında, şehir esnafından davul sesi duyan herkes kaldırımlarda Behlül’ü
seyrederken Behlül sevincinden uçuyor ve “Böyle bir devlet başkanını
görmediğini, şehre gelen bir garibi önce doyurduğunu, sonra ‘Misafirimdir’ diye
bir levhayı boynuna astığını, şehri gezerken yaya yürütmediğini, at verdiğini,
iki görevliyi yanına verdiğini, hatta bir davulcu ve zurnacıyla da
eğlendirdiğini” düşünürken kalabalıklar arasından tanıdık birini gördü. O kendi
köylüsüydü. Ona bağırdı, “İşte köyümüzde ihtiyarların anlattığı o masal şehir
masal değil gerçekmiş. Bak beni nasıl
karşılayıp gezdiriyorlar” dedi.
Köylüsü
işin iç yüzünü biliyordu ama gerçeği söyleyerek Behlül’ün moralini bozmadı,
gülümsedi ve başını eğdi.
Behlül,
at üzerinde gülümseyen çehresiyle başı dimdik, halkı selamlayarak yoluna devam
etti.
Bize
ait olan bu hikâyeyi, Beyrut doğumlu, Hıristiyan bir aileden gelen, genç yaşta
Amerika’ya göç eden, Amerika’da bir ekol oluşturan, beş yüzün üzerinde baskı
yapan, The Prophet isimli eserinde, Mustafa isimli bir peygamberi anlattığı
için, İsa aleyhisselamın peygamber olduğunu, Allah’ın oğlu olmadığını söylediği
için kilise tarafından aforoz edildiğinden, özgürlükler ülkesi Amerika’da bir
otel odasında 49 yaşında 1932 yılında aç ve bî ilaç ölen Cübran Halil Cübran’ın
“Külliyat”ından aldım.
Ama
ben bu türden sayısız Behlül tanırım. Hangisini yazayım derken hepsine tercüman
olsun diye hikâyeyi serbest bir şekilde terceme etmeyi tercih ettim.
İslâmi hizmetlerinden dolayı karakollarda
kalan, hapis yatan, işkence gören, sohbet toplantıları basılan dostum olan
insanlar tanırım ki, onlar otuz yıl oy verdikleri başbakanın kendileri gibi
düşündüğünü, çaktırmamak için sahip çıkmadığını, başbakanlıktan kendileri için
gözyaşı döktüğünü, dua ettiğini, hatta okudukları kitabı onunda okuduğunu
söylüyorlardı.
Keyiflerini
kaçırmamak için güldüm ve başımı eğdim geçtim.