1979 yılında veya 1978’de Selçuk Üniversitesi Rektörü’nün daveti üzerine Konya’ya gelen Prof. Abdülkadir Karahan merhum, iki günde Fuzuli’nin Leyla İle Mecnun kitabını esprili bir şekilde açıklamasını yaptı ve bitirdi.
Bir yerinde Karahan, “Okuyun çocuklar okuyun. Okuduğunuz kitapları saklamasını bilin. İhtiyarlığınızda bu kitaplar, en iyi arkadaşınız olacaklar. (Cumhurbaşkanının adını vererek bir de o günlerde en meşhur şarkıcının adını vererek) Bunlar makam elinden gidince, ses ve güzellik kaybolunca, makama, ses ve güzelliğe gelenler de çekilince ne yapacaklar bunlar?
Kitap okuma alışkanlıkları yok. Yazık. Kahve kültürleri de yok. Kahveye gitseler kahve müdavimleri kravatlı ve bakımlı biriyle iskambil oynamazlar” anlamında konuşmuştu.
Kur’an-ı Kerim tefsirinde aklı en sonuna kadar gererek açıklamaya çalışan Fahreddin-i Razi’yi dinliyorum bu sokağa çıkma yasaklı günlerde.
Buyurun siz de dinleyin:
“Ateistlerden biri, Cafer-i Sadık’ın yanında, Yaratıcı’yı inkâr ettiği, bunun üzerine de Cafer-i Sadık’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Cafer-i Sadık, ‘Gemiye bindin mi?’ deyince, adam, ‘Evet’ demiş.
Cafer-i Sadık bunun üzerine, ona, ‘Denizin korkunç hallerini gördün mü?’ deyince, adam, evet diyerek, sözü¬nü şöyle sürdürmüştür: ‘Bir gün korkunç bir rüzgâr esti. Böylece gemi par¬çalandı, denizciler boğuldu; ben ise, geminin tahtalarından birine tutundum. Sonra, bu tahtayı elimden kaçırdım. Birden kendimi dalgaların darbeleri ara¬sında buldum. Derken, bu dalgalar beni sahile attı...’
Bunun üzerine Cafer-i Sadık şöyle dedi: ‘Daha önce sen, gemiye ve gemicilere güveniyordun... Sonra, seni kurtaracak diye, bir tahta parçasına güvendin. Bütün bu şeyler elinden çıkınca, nefsini ölüme mi terk ettin, yoksa hâla kurtulmayı ümit ediyor muydun?’
Adam, ‘Tam aksine, kurtulacağımı ümit ediyordum’ deyince, Cafer-i Sadık, ‘Bu ümidi kimden alıyordun?’ dedi. Bunun üzerine adam sustu. Bunun üzerine Cafer-i Sadık, ‘O vakit kendisinden ümit aldığın zat, Yaratıcı’dır işte; seni boğulmaktan kurtaran da O’dur’ deyince, adam O’nun vasıtasıyla Müslüman oldu.”
Diyânâtu’l-Arab (Arapların Dinî İnanışları) adlı kitapta şu anlatılmaktadır: Hz. Peygamber (s.a.s.), İmrân b. Husayn’a, “Ne kadar ilahın var?” deyince, O, “On tane” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, “Başına büyük bir belâ geldiğinde onlardan hangisi senin kederini, sıkıntılarını ve bu büyük musibeti defetmektedir?” deyince, adam, “Allah” dedi. Hz. Peygamber, “O halde, senin Allah’tan başka hiçbir ilâhın yoktur” dedi.
Ebû Hanife (rahimehüllah) tabiatperestlere/materyalistlere karşı, Allah’ın bir kılıcı idi. Dehriler onu öldürmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün o, mescidinde oturmaktaydı. Tam o sırada, kılıçlarını çekmiş olan bir gurup insan, ona hücum ederek, onu öldürmek istediler. Bunun üzerine Ebû Hanife onlara şöyle dedi: “Şu soruya cevap verin, sonra da dilediğinizi yapın!” Bunun üzerine onlar: “Haydi sor” dediler.
Ebû Hanife şu soruyu sordu: “Ağzına kadar yüklerle dolu bir gemi gördüm ki denizin dalgaları arasında bu gemiyi, çarpışan dalgalar ve muhtelif yönlerden esen rüzgârlar idare ediyordu. Bu gemi, bu dalgalar arasında yöneten bir kaptan veya yönetmeyi üstlenmiş birisi olmadan, batmadan, dosdoğru gidiyordu diyen adam hakkında ne dersiniz? Bunun olması, aklen mümkün müdür?” Bunun üzerine onlar, “Hayır” dediler. “Bu aklın kabul edeceği bir şey değildir.” Buna karşılık, “Allah’ım! Aklen denizde onu idareyi ve hareket ettirmeyi üstlenmiş birisi olmadan, bir geminin doğru bir biçimde hareket etmesi bile aklen mümkün olmayınca bu dünyanın, çok çeşitli halleri, işleri ve genişliği ile beraber ayakta durması nasıl mümkün olur?” dedi.
Bunun üzerine, Dehrilerin hepsi ağladı ve “Doğru söylüyorsun, haklısın” dediler. Kılıçlarını kınlarına sokarak, yaptıklarına pişman oldular.
Şafi’ye (r.a.), “Yaratıcı’nın varlığı hakkındaki delil nedir?” diye sordular. Bunun üzerine O, şöyle dedi: “Dut ağacının yaprağının tadı, rengi, kokusu ve karakteri sizce birdir, değil mi?”
Onlar: “Evet” dediler. Bunun üzerine Şafiî: “Onu ipek böceği yediği zaman, ipek; arı yediği zaman bal olur; koyun yediği zaman onun tersi olarak çıkar; ceylan yediği zaman da, onun özel kesesinde misk bağlar, misk haline gelir... Yedikleri şeyin karakteri bir olmakla beraber, bütün bu şeyleri böyle farklı farklı yapan kimdir?” Onlar Şafiî’nin bu sözünü güzel bularak, O’nun eliyle Müslüman oldular. Bunlar, on yedi kişiydiler...
Ahmed İbn Hanbe l(r.a.) de, üzerinde bir gedik bulunmayan, dümdüz, dışı erimiş gümüş gibi içi de saf altın gibi olan; sonra duvarları yarılarak içinden, duyan ve gören bir canlı çıkan bir kaleyle istidlal ederek, bunun bir faili olması gerektiğini söylemiştir. Ahmed İbn Hanbel, kale ile yumurtayı; canlı ile de civcivi kastetmiştir.
Harun Reşid, İmam Malik’e bu hususu sorduğunda, O da, seslerin çeşitliliği, nağmelerin titreşim ve dillerin farklılığı ile istidlal etti.
Kitaplar ne iyi arkadaşlar. Konuş deyince konuşurlar. Sus deyince susarlar.
Rabbimiz buyurur:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, takva sahibi olasınız.
O sizin için yeryüzünü döşek, gökyüzünü bina (tavan) yaptı. Gökten yağmur indirerek o su ile size rızk olarak meyveler çıkardı. O halde bile bile Allah’a ortaklar koşmayın” (Bakara süresi ayet 2/21-22).