Elli
yıldır tanırım. Kur’an okumasını bilmez, bugün kullandığımız Latin alfabesini
de heceleyerek okur.
Bir
evi bir atı, bir hanımı ve altı çocuğu vardı.
Arabasıyla
pazara çıkar, bir iş alır, eğer aldığı ücret atın arpa ve samanına, o günlük
evin ekmeğini almaya yeterse hemen eve döner, atı ahıra bağlar, kendisi
çocuklarıyla beraber olurdu.
Eşinin
de ilgileneceği bir ineği olurdu, sütünü sağar, yağını çıkarır, evin
ihtiyaçlarına harcardı.
Camiden
başka gideceği yer de yoktu.
Zaten
evde sekiz kişiydiler ve çok mutluydular.
Zamanla
altı çocuk, altı kişiyle evlilik yaptılar.
Hepsi
helal süt emmişler ki, gelenler de aileye ve birbirlerine karışıverdiler.
Babayı
tenkit eden tanıdıkları, bir iş aldıktan sonra eve geri gelmesini tenkit ederlerdi.
“Gelmese
de akşama kadar çalışsa da arpa ve ekmek parasına ilave kazanç elde etse”
derlerdi.
Ben
de mantıklı bulurdum ama söyleneni onaylamadan sessizce geçip giderdim.
Adamın
gençliği rahat geçiyor.
İhtiyarlığına
da otuz yıl var.
Otuz
yıl yaşayacağının garantisi yok.
Gününü
gün ediyor, eşine ve çocuklarına doya doya babalık yapıyordu.
Demirel
gider, Ecevit gelir, onu hiç ilgilendirmezdi.
Konuşmaya
da katılmazdı.
İçinden
neler geçerdi kimse bilmezdi.
Severdi
beni. Sorduğum sorulara bir veya iki kelimeyle cevap verirdi.
1975’de
merhum Necmettin Erbakan’ı sordum, “İyi” dedi o kadar.
Hatırım
için mi dedi yoksa gerçekten mi söyledi bilemedim.
Yaşı
sekseni geçti.
Kızlarından
birinin evinde toplanacaklarını söylediler ve beni de davet ettiler.
Biraz
geç vardım, geniş balkonun üzerini asma yapraklarıyla kaplamışlar, koyu
gölgeler altında yan yatmış, kasketinin ucu yana dönmüş, bağrını da poyraz
rüzgârına vermiş keyifle altı+altı ve torunların arasında keyif yapıyordu.
Beni
görünce toparlandı, oturumuna geldi, “Hoş geldin” dedi.
Ben
de ona, “Sendeki bu keyif, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de yok.
Bir
kere cumhurbaşkanları, böyle balkonda açığa oturamazlar.
Cumhurbaşkanının
karşısında böyle senin gibi, sana yürekten bağlı, seni seven, etrafa mutluluk
yayan adamlar ve cıvıl cıvıl kuşlar gibi ses çıkaran çocuklar yok.
Onun
yanındakiler, ayağının altına karpuz kabuğunu nerede koyalım fikrindeler.
Bir
kurşun menzili kadar yerlerden bütün insanlar uzak tutulurlar. Yakına gelenler
de kontrolden geçerler.”
Nasıl
bir emekli maaşı aldığını sormadım ama asgari ücretin altında imiş.
Bu
güne kadar kafaya hiçbir şeyi takmamış.
“Devlet,
sizin gibilerin maaşını kesecekmiş” dedim, yüzüne dikkatle baktım, yüz
çizgilerinde hiçbir hareket yok, “Allah Kerim” dedi.
Anne
öldükten sonra altı çocuk, sırayla onun evine eşiyle beraber sabahtan gelip,
kahvaltıyı beraber yapıyorlar, işe giden gidiyor, kalanlar akşam yemeğinden
sonra yatsı namazını da kıldıktan sonra babayı yatağa yatırıp evlerine
gidiyorlarmış.
İkinci
gün yine diğer biri sabahtan gelip yatsı namazından sonra gidiyorlar.
Çocuk
altı, hafta yedi gün olunca günler hep değişiyor.
Pazar
günü, sıra hangisinde ise altı+altı çocuk, kırk kadar torun ve torunun torunu
onun evinde kaynatıyorlar.
Kendisiyle
beraber arabacılık yapıp akşama kadar atı da kendisini de yoranlardan bazısını
sorduğumda, “O elli yaşında kanserden öldü, mal bölüşümünde oğlu, eniştesini
öldürdü” dedi.
Öbürünü
sorduğumda, “Çocuklarıyla küsler. Sağlığında mal bölüşümünde bulunmak
istediler, o da vermeyince yalnız başına evinde çok rezilmiş” dedi.
Altı
çocuğu ve sonradan kazandığı altı eşlerin hepsi ev onların çocukları babalarını
örnek almışlar gibi, namazlarını kılarlar.
Helalinden
kazanmaya çalışırlar.
Hanımları
da evde sirke yapıp satarlar, domates salçası, biber salçası yaparlar,
meyveleri kuruturlar, reçel ve marmelât yapıp satarlar.
Temiz
yaptıkları bilindiğinden, hile bilmediklerinden satışları da iyi gider.
Para
biriktirmeye değil, çocukların sevgisini kazanmaya ağırlık verirler.
Gıybet
yapmazlar.
Komşularıyla
iyi geçinirler.
Pişen
yemekten, alt ve üst kattakine vermeye dikkat ederler.
Ölünce
parçalanacak mal olmadığından, parçalanmak hiç akıllarından geçmez.